İçeriğe geç

Aylar: Mayıs 2018

SİYAH BEYAZ AŞK’ A VEDA

                                                                  

Her güzel şeyin bir sonu vardır. Ve başlayan her şey er ya da geç bitmeye mahkumdur.

İçine hapsolduğu karanlığı kabullenmiş bir siyah tanıdım ben. Daha on iki yaşında itildiği kara delikten çıkmak için çabalayan, umut etmeyi babasını gömdüğü toprağın altına terk etmiş olan. Kalbi kadar pirüpak olan bir beyaz tanıdım ben. Kendini insanları kurtarmaya adamış olan, ‘umut’ kelimesine ışık olan.

Siyahla beyazın çarpışmasına şahit oldum ben. Bambaşka dünyalarda yaşayan iki ruhun tanışmasını, ‘anlaşma’ adı altındaki prangayla birbirine mahkum olmasını.

Aydınlığa aşık beyazla karanlığa tutsak siyahın birbirine karıştığını gördüm ben. Beyazın siyahtaki yaraları sarmasını, iki kalbin birbirine şifa olmasını.

Siyah ve beyazın griyi tanımasını gördüm ben. Beyazın siyah uğruna kurşunlar arasında kalmasını, siyahın beyazın aşkıyla karanlığa kafa tutmasını.

Bu iki ruhun kendi gök kuşaklarını yaratmasına şahit oldum ben. Siyah ve beyazdan çıkan en nadide renkleri, en derin yaraların kapanabileceğini gördüm onlarla.

Elveda Aslı Çınar Aslan. İnsanlara umut olmaya çalışan, yaralarına aşık olduğu adamın bir gün iyileşeceğine dair umudunu hiç kaybetmeyen kadın elveda.

Elveda Ferhat Aslan. Babası bildiği adama hayran olan, sevdiği kadının gözyaşlarıyla yaraları kabuk bağlayan adam elveda.

Kalplerimizdeki yeriniz bambaşka.

Bizler size veda etmiş olsak da siz birbirinizi bırakmayacaksınız, biliyoruz.

Yarattığınız gökkuşağında mutlu olun. Birbirinizle tanıdığınız o büyülü hissi oğlunuza da aşılayın. Geçmişinizle değil, bugününüzle yaşayın ve geleceğe daima umutla bakın. Çünkü yalnızca beyaz veya yalnızca siyah olamaz bu dünyada. Güneş her gün yeniden doğdukça umutlar tükenmez asla.

Yorum Bırak

NEFES’İN UMUDU SEVDASINI KORUDU

 

Araf… Yaşamla ölümü birbirinden ayıran, cehennem soğuğuyla dondurucu sıcağı aynı anda hissettiren o mucizevi yer. Sahip olduğu güçle insanı bilinmezlik okyanusunda boğulmaya mahkum kılan boşluk.

Kurşun yarasından alev alev akan kanlara rağmen buz gibi sulara sığınan Tahir asırlar misali geçmek bilmeyen o dakikalara hapsolmuştu. Nefesi aldığı haberin acısıyla yanarken o kalan son gücüyle sığındığı sulara tutunuyordu. Deli Tahir inadıyla Nefes umudunun fark etmeden birbirine sarıldığı o an veriyordu gücünü ikisine de. Sevdaydı o gücün adı. Aşktı…

Ölmezdi Tahir. Ölemezdi. Söz vermişti Nefesine. Ne pahasına olursa olsun ondan gitmezdi. Tahir’e olan inancının verdiği güçle dayadı namluyu Cemil’in kafasına. Duruşu, bakışları, tavrı… Her şeyiyle Deli Tahir’ in karısı Nefes Kaleli’ydi o.

Kocası hastaneye yetiştirilip ameliyata alındığında ise sekiz yıldır yaptığı gibi yine umuduna tutundu. Nefes umudu Tahir’i korudu. Umuduna ışık olan adam ameliyattan çıktığında aldığı nefes yeniden can buldu. Mavilerine mühürlenmiş o gözler açıldığında ise ışığı yüzüne vurdu.

Gece çöküp etraf sakinleştiğinde ise iki sevdalı baş başa kaldı. Nefes, yaşadığı o korkunun üzerine geçmişini esir eden korkularını hiçe saydı ve çekinerek, incinmekten korkarak sevdiği adamın sağ yanına uzandı. Ve o hissin ne kadar özel olduğunun farkına vardı.

Nefesleri birbirine karışırken Mavi Tüylü Geyik sevdasının kanatları altında gözlerini kapadı. İnandığı, güvendiği, sevdalandığı adamın yanında huzuru en derinlerinde hissederek en tatlı uykusuna yattı. Çünkü biliyordu, Denizden Gelen Kaplan yanındaydı ve sevdiği adam onu asla bırakmazdı.

 

Yorum Bırak

AİLE

                                                                          

Aile ne demek? İnsan bir ailesi olduğunu nasıl anlar? Nasıl aile olunur? Aile olmanın tek şartı kan bağı mıdır? Peki ya aile kelimesinin altında yatan asıl anlam nedir?

Aile güven demektir. Ne durumda olursan ol yanında olduğun bildiğin, varlığını hissettiğindir. “Kimsem yok” dediğinde omzunda hissettiğin eldir. Karanlığın ortasında kaldığında sana yol gösteren fenerdir. En zor zamanında koşup sana yetişendir.

Aile şefkat demektir. Üzüldüğünde, ağladığında, sızladığında seni sarıp sarmalayan kuvvettir. Ağlarken başını yasladığın omuz, en üzgün anında yüzünde oluşan tebessüm sebebidir.

Aile sevgi demektir. Ne yapmış olursan ol senden gitmeyeceğini bildiğindir. Yaptığının karşılığını beklemeden sana yardım eden, gözünden düşen bir damla yaşı yüreğinde hissedendir. Güçsüz hissettiğinde sana kol kanat gerendir.

Yaşayarak öğrenmiş biri olarak söylüyorum ki aile olmak için kan bağı denen şey şart değildir. Ne insanlar gördüm kan bağım olmasına, bir metre ötemde durmasına rağmen gözyaşımı görmeyen, üzüntümü paylaşmayan. Ama ne insanlar tanıdım tek bir bakışımla içimi okuyan, kilometrelerce ötemde olmasına rağmen bir nefes yakınımda olan.

Sadece mutlu anlarınızda yanınızda olan, onun koyduğu kurallar çerçevesinde yaşamanızı buyuran insanlar aileniz olamaz hiçbir zaman. İsterse en yakınınızda olsun, isterse metrelerce uzağınızda. Sizi siz olarak kabul etmeyen, yaptığı her şeyin karşılığını bekleyen, en ufak bir açığınızı yakalamak için didinen hiç kimse ailenizin içinde var olamaz. Çünkü yakınınızda olduğu müddetçe size zarar vermekten başka bir işe yaramaz.

İşte bu yüzden “ailem” dediği kişileri iyi belirlemeli insan. Her daim güvenebildiği, koşulsuz şartsız yanında olanları tutmalı hayatında . Yoksa zehirli otlar etrafını sardığında gerçek ailesine ulaşmak için hiç yol kalmaz dünyasında.

Yorum Bırak

SİYAH MI BULAŞTI BEYAZA, BEYAZ MI KARIŞTI SİYAHA?

 

Siyah ve beyaz… Evrendeki  mükemmel dengenin büyülü sembolü. Kötüyle iyi arasındaki sınırın belirlendiği, ne beyazın siyaha karıştığı ne de siyahın beyaza bulaştığı mükemmellik.

Dışarıdan bakıldığında görülen, yorumlanan budur. Ama görünenin aksine gizli kalan şeyi pek az kişi fark eder. Her iki tarafın içinde de minik birer zıtlık bulunur. Beyazdaki minik siyahlık derinlere gömülen kötülükleri, siyahtaki beyazlıksa içeri hapsedilen iyi yönleri temsil eder. Ve işte bize sunulan iki mükemmel örnek oldu bana bunu öğreten; Beyazlar içinde ışıldayan Aslı ve karanlığa gömülmüş Ferhat. Beyazın siyaha mecburen esir düşmesiyle başlamıştı onların hikayesi.

Abisini koruma uğruna siyahlığa esir düşen minik beyaz kar tanesi. Siyahın dondurucu soğukluğunda hayatta kalmaya çabalayan çaresiz beyazlık. Başta görünen buydu. Kendisini esir alan siyahlıktan tüm beyazlığıyla nefret eden, etrafını saran karanlığa rağmen ışığını kaybetmemek için elinden gelen tüm gayreti sarf eden kar tanesiydi Aslı. Ama kaçınılmaz son elbet olacaktı; siyah beyaza bulaşacaktı. Çünkü ortadaki sınır yok edilmişti, denge bozulmuştu.

Aslı’nın öldürmeyeceğini bilmesine rağmen Ferhat’ı bıçaklamasıyla ilk darbe vuruldu. Minik de olsa bir siyahlık bulaşmıştı artık beyazlığa. Ve geri dönüşü asla olmayacaktı. Tabi bu hikayenin beyaz tarafıydı. Siyah tarafıysa çok daha farklıydı. Ferhat’ın hamurunu yıllar önce kendi karanlık ruhuyla yoğuran Namık’ın atladığı çok önemli bir nokta vardı. Kendi karanlığıyla örtmeye çalıştığı beyazlık elbet gün yüzüne çıkacaktı. Ferhat içine işlenen karanlıktan elbet kurtulacaktı. Namık’ın yarattığı karanlığa bir gün bir beyaz elbet karışacaktı. Ve daha ilk bölümden Ferhat kendi elleriyle karıştırdı ruhuna beyazlığını. Günden güne içine işlemeye başlamıştı Aslı.

Hikaye ilerlemeye başladıkça işin rengi değişti. Siyahtan kurtulmaya çalışan beyazın tek derdi geleceği, hayalleri için kaçmak değildi. Ferhat’ın siyahlığına tutulmaktan kaçıyordu Aslı. Siyahsa bir anlık merhametle hayatını bağışladığı beyazın ışığına çekilmeye başladığını fark ettikçe daha da hapsediyordu kendini karanlığa. Işığa tutulduğunu fark ettikçe karanlığına yürüyordu Ferhat.

Ama bu kaçış çok uzun sürmedi. Birbirlerinden uzaklaşınca derinlerinde hissettikleri boşluk yadsınamayacak büyüklüğe gelmişti. Üşüyordu Aslı. Fark etmeden tutulduğu siyahlık yokken üşüyordu. Başta nefretle baktığı, kurtulmaya çalıştığı karanlık yokken üşüyordu. Ferhat, beyazın yokluğunda parfümündeki  kokuya tutunuyordu. Ama Aslı’nın tutunabileceği hiçbir şey yoktu. Çünkü kendisinin de dediği gibi; Canın istediği yerden kovulmuştu.

Ve sonunda beklenen oldu. Gözlerin sessizce söylediklerini kalpleri duydu. Derinlerinde sakladıkları hisler özgürlüğe kavuştu. Kar tanesi erimeye başladı. Beyaz siyaha teslim oldu. Siyahla beyaz birbirine karıştı. Birbirlerini buldu. Ama akılda hala bir soru; Sardı mı grilik ikisinin de ruhunu?

Sahi ya; neydi bu aşkı başlatan? Siyah mıydı beyazlığa bulaşan, beyaz mıydı siyahlığa karışan?

 

 

Yorum Bırak

YANMAK HEP ACITIR MI CANI?

 

    Sıkıntı var doktor, büyük sıkıntı var.  

   Yanıyoruz, cayır cayır yanıyoruz.

Ateş her zaman yakar mı? Alevler harlandıkça artar mı? Yanmak hep acıtır mı canı? Peki, yanığın izi ilelebet kalır mı?

Beyazlığına alevlerin kırmızısı karışsın isteyen bir peri kızı vardı artık bu masalda. Fırtınaların ardına saklanan prensin ona kol kanat germesini bekleyen, o yıkıcı fırtınaya kapılıp gitmek isteyen.

Ama roller değişmeye başlamıştı bir kere. Eskiden kanadının kırılacağını bile bile peri kızını yanında tutan prens artık canının yanmasında ölesiye korktuğu peri kızını içi yana yana karanlığından, geçmişinden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Sevdiğinin canı yanmasın diye kendisi yürüyordu ateşe.

Siyahın içi titriyordu alevler içinde yanarken biricik beyazı.

Gözleri, kalbi, ruhu bambaşka kelimelere ev sahipliği yapsa da kalbini bir bıçak gibi kesen kelimeler dökülüyordu dudaklarından Ferhat’ın. Bu zehirli sözcükler peri kızının kalbine ulaştığında ise kesmekten beter ediyordu, saplanıp kalıyordu orada. Sanki tonlarca yük taşıyordu Aslı sol yanında.

Ama prensin kendi fırtınalarının harabelerinden göremediği bir şey vardı. Beyazın geçmişinden gelen sinsi bir tehlike. Aslı’yı kendi karanlığından kurtarmaya çalışırken asıl tehlikeyi göremiyordu Ferhat. Peri kızını savurup yok etmeye gelmiş kasırganın farkına varamıyordu.  Kendi fırtınasından kurtarmaya çalıştığı Aslı’yı büyük bir kasırganın eşiğine bırakıyordu.

İşte asıl sıkıntı burada başlıyordu. Kendi sıkıntılarından korumaya uğraştığı beyazını beklenmedik bir sorun bekliyordu. Eh, akıllarda da bir sürü soru kalıyordu.

Ters yönlerden gelen iki rüzgar birbirine çarptığında ortaya çıkan fırtına kalplerini vuracak mıydı? Fırtınalar dindiğinde birbirlerini bulacaklar mıydı?  Bunca şeye rağmen Beyaz ve Siyah mutlu sona kavuşacak mıydı?

 

Yorum Bırak

SAHTE İNSAN

 

Sahtelik ve gerçeklik soyut kavramlardır değil mi? Elle tutulamaz, gözle görülemez, duyulamaz ama hissedilir. Bu bir duygu da olabilir, tepki de, söz de, insan da. Karşıdaki ne kadar değişirse değişsin insan onun sahte mi yoksa gerçek mi olduğunu anlar. Kimi zaman vakit alır anlaması, kimi zamansa tek bir bakış yeter. Ama en zoru sahte insandır.

Olan bütün kötülüğünü, çirkinliğini, kendisini içine saklamış, kalbinin kapılarını ardına kadar kapatmış bir insan. Zor olmaz mı bunu anlamak? O gülüşünün ardındaki kötülüğü fark etmek, kendini ona karşı korumaya almak?

Açık konuşacağım, hayatımda  “gerçek” diyebileceğim insanların sayısı ortalama iki elimin parmakları kadar az. Oysa geniş ailem bunun dört, belki de beş katı kalabalığında. Kulağa garip geliyor değil mi? Alt tarafı on altı yaşında bir kız. Nasıl böyle konuşabiliyor? Aslında cevabı çok basit. Tek bir kişiyi fark etmek yetiyor.

Tek bir sahte gülüş diğerlerinin hepsini gün yüzüne çıkarıyor. Çünkü aslında hepsi aynı duruyor. Bütün sahtelikler birbirine bağlanıyor, birbirini tamamlıyor. Hava kararıp ışıklar kapandığında ortaya çıkan çirkinlik hepsinde aynı oluyor. İşte bu yüzden bu yaşta bile onları fark etmek hiç de zor olmuyor. Hele de sahte kahkahalar, sevinçler, duygular, sahte sevgiler en yakınınızda yer edindiyse hepsinden kolay oluyor.

Velhasılıkelam, çevremizi iyi incelememiz gerekiyor. Çıkarları uğruna yanımızda kalan, sahte sevgileriyle insanların gözünü boyayanları bulmamız ve hayatımızdan çıkarmamız gerekiyor. İyiliğimiz için, kendimiz için onlardan arınmamız gerekiyor. Çünkü korkutucu gerçek bir gölge misali arkamızda bekliyor. Sahte insanlar çevrelerini de sahteleştiriyor.

Yorum Bırak

KARADENİZ

                                                               

Etme Karadeniz, eyleme

Kıyma sevdiğime.

Yaş düşürme yüreğine.

  

Hırçındı Karadeniz. Dalgaları alev alev yanıyordu. Vurduğu her kıyıyı ayrı ayrı yakıyordu. Asiydi Karadeniz. Öfkesi dinmek bilmiyordu. Her şeyi bir fırtına misali savuruyordu.

Aşıktı Karadeniz. Anlayamadan tutulduğu mavilerin esirliğinde yanıyordu.  Dinmek bilmez dalgaları umut ışığı vurmuş gözlerde hiç oluyordu.

Yıllarca kendinden önce sevdiklerini düşünmüş kaplanla, esir edildiği zindanda tek sığınağına, umuduna tutunmuş bir geyik nasıl kırabilirdi zincirleri? Hapsoldukları çıkmazlardan nasıl kurtulabilirdi? Denizden gelen kaplan ve mavi tüylü geyik… Kavuşabilir miydi birbirine? Direnebilir miydi onca engele?

Yıllardır dayandığı bu zulmün ona “Sakın adından vazgeçme Nefes!” diyecek, uçuruma elini sımsıkı tutarak atlayacak bir adam sayesinde sonlanacağını, yeni yuvasının o kurtarıcının sığınağı olacağını bilmeden yaşamıştı Nefes. 8 yılını esir eden adama oğlu sayesinde katlanabilmişti. Oğlunu büyütürken o da büyümüştü.

Tahir’in dünyası ise bambaşkaydı. Karadeniz’in derin suları, hırçın dalgaları eşliğinde büyümüş, ruhuna Karadeniz işlenmiş bir adam olmuştu. Öfkesiyle kasıp kavuran adımıyla yeri titreten bir Kaleli’ydi o. Kimseye eyvallahı olmayan, başına buyruk…

Ama bir gün bir mucize oldu. Karadeniz’in hırçın dalgaları bir anda süt liman oldu. Deli Tahir aşık oldu. Karadeniz bir çift mavi göze esir oldu.

Karadeniz’e kadar adım adım onları takip eden tehlikeye rağmen yılmadılar. Ne Tahir vazgeçti sevdasından, ne Nefes pes etti umuda tutunmaktan.

Umudun sakinliği ile öfkenin hiddetinin en güzel birleşimiydi onların aşkı. Ortaya çıkan uyum, ruhlarındaki ahenk paha biçilemezdi.

Konuşmadan dillenen bir aşktı onlarınki. Susuyordu dilleri, çırpınıyordu yürekleri. Karadeniz’in şahit olduğu bir aşktı onlarınki. Haykırıyordu gözleri, mühürlenmişti kalpleri.

Karadeniz mühürlemişti kalplerini…

 

Etme Karadeniz eyleme,

Duyur sesimi denizlere

Şahit et yedi cihanı çırpınan yüreğime.

 

Yorum Bırak

İNSANIN HAMURU

                                              

Eğitim önemli şey vesselam. Bir insanın karakterinin oluşmasında önemi bulunan, kimliğini oluşturan, davranışlarını şekillendiren, verimli olmasını sağlayan şey. Ama söz konusu olan eğitim yalnızca okulla sınırlanan bir şey değil. Küçüklükten, aileden gelen, insanın kendi beyninde başlayıp orada biten tek şey.

İnsan başta yalnızca bir hamurdan ibarettir. Onu yoğurup şekillendiren usta öğretmeni, oklavası ise eğitimidir. Eğer o hamur iyiyse ortaya bir şaheser çıkar, donanımlı, bilgili, kafası çalışan , verimli, çevresine faydalı bir insan. Şayet ki hamurda minicik de olsa bir bozukluk varsa hiçbir eğitim fayda etmez. O hamur kabataslak haliyle bomboş bir insan olarak şekil alır ve rüzgar hangi taraftan eserse ona göre büyür.

Kimliktir hamurun etkisiyle oluşan, karakteridir insanı bir ömür önde taşıyan. Nice ilkokul mezunları gördüm üniversitelilere taş çıkartan, nice üniversite mezunları gördüm yobazlığıyla diplomasını karalayan. E laf da boşuna söylenmemiş; “Tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır.”

Önemli olan boş bir kafa ve düşünce yapısıyla büyüyüp bir yerlere gelmek değildir. Kendini geliştirerek büyüyüp dopdolu bir kafayla insanlara yararlı olabilmektir. Mesele yalnızca bir şey üretmek değildir. Üretilen şeyi sağlam bir düşünceye dayandırıp, onu başarabilmektir. Eski kafalılıkla, yobazlıkla bir şey üretilmez-üretilemez. Çağdaş bir düşünce yapısı ve yenilikçi bir insandır bunu başarabilecek olan.

Ama atlanmaması gereken bir nokta vardır; çağdaşlık sonradan öğrenilmez doğuştan gelir ve insanın içinde yaşamaya devam eder, dış kabuğunu sarmaz. Çağdaşlık maskesi kuşanıp bir şeyler başarmaya çalışanlar da zaten payidar olamaz.

Yorum Bırak

BİR DAMLA GÖZYAŞI

 

Asırlara şahit hikayeleri barındırır bir damla gözyaşı. Hüzünleri, sevinçleri, acıları… İnsanın ruhundan kopan bir parçadır bir damla gözyaşı. Kalbin taşıyamadığı ağırlığın dışa vurulmasıdır.

Sevdiğini kaybetme ihtimaliyle tir tir titreyen bir yüreğin gözyaşlarına şahit oldum ben. Sevdiği kadının kanına bulanmış elleriyle Tanrıya yalvaran, onu bir kerecik daha görebilmek için çırpınan…

Aşık olduğu açelya çiçeğinin solmasından korkan bir serçenin gözyaşlarını gördüm ben. Onu koruyamadığı için kendisini suçlayan, atışında huzur bulduğu kalbin onu bırakması ihtimaliyle yanan…

Kulaklarına işleyen o kurşun sesini duyduğu andan itibaren o da vurulmuştu. Sevgilisinin yerde yatan bedeninin yanına çöktüğünde, onu doktorun yanında bırakıp kapının ardına geçtiğinde, ufacık bir haber için saatlerce beklediğinde… Bu süre içinde bir değil bin kere vuruldu Leon. Defalarca ölüp defalarca dirildi.

Onu yalnız bıraktığı için vicdan azabıyla yanıp kavrulurken geçmişten gelen bir anıya tutundu. Sevgilisinin çocukluğundan gelen o anıya. Açelyasının gözlerini anımsatan o gözlerden bu anıyı dinlerken bir kez daha anlamıştı Leon. Aşık olduğu kadının alamet-i farikası, bitmek bilmeyen inadıydı.

Gök kubbe ne kadar kararırsa kararsın ışığını bulurdu Hilal. Ne kadar yorulursa yorulsun dönmezdi yolundan, kavuşurdu aydınlığa.  Açardı gök mavisi gözlerini, yine aşkla bakardı ona. Yalnız bırakmazdı onu bu savaşın ortasında.

Gözleri kapalı sevgilisinin elini tutarken buna inanıyordu, böyle ayakta duruyordu Leon. Biliyordu, Smyrna uyanacaktı. Uyanacak, yeniden elini tutacak ve güzel kalbiyle onu sarmalayacaktı. Kimsesi yoktu ondan başka. Ne annesi, ne babası ne abisi vardı yanında. Bir başınaydı Smyrna’da.

Karşılıksız sevgi ne demek onunla öğrenmiş, onun elinden tutarak düşmüştü aşka. Ve nihayet beklenen oldu. Smyrna masmavi gözlerini açtı, onu bekleyen ailesi ile kucaklaştı. Ama daha farkında olmadıkları bir şey vardı. Kurşun, vücudundan çıkmadan daha derin bir yara açmıştı.

Peki bu yara nasıl kabuk bağlayacaktı? Daha fazla acıtmadan kapanacak mıydı? Smyrna eskisi gibi ışıldayacak mıydı?

 

Yorum Bırak

SOSYAL MEDYA VE BEN

Öncelikle yazıya başlamadan önce minik bir ön bilgi vermek istiyorum, aşağıdaki yazı şimdiye kadar yazdıklarımdan biraz farklı bir dille yazılmıştır. Niye mi? Çünkü mazeretim var! Asabileştim ben!

Hiç uzatmadan konuya gireceğim. Yaşıtlarım arasında sosyal medya kullanmayan nadir insanlardanım. Kendileriyle arama birkaç yıl önce teknoloji ürünü bir buzdağı girdi. Isınamıyorum bir türlü geri.

Aslında başta böyle değildim. Kullanıyordum yani bir zamanlar. Yaşıtlarınla arkadaş olmalar, fotoğraf paylaşmalar, falanlar filanlar… Peki ne oldu da bu kız yaşıtlarının ayıla bayıla kullandığı bu platformları bıraktı?

“Arkadaşlık isteği” kutusunda 60 yaş üzeri akrabaları gördüğü o unutulmaz günden beri kendine gelemiyor bu kız. Aradığınız kullanıcıya şu anda ulaşılamıyor. Lütfen daha sonra tekrar denemeyiniz.

Bazılarınızın aklında oluşabilecek soruları tahmin edebiliyorum aslında. Ne zararı var ki bunun? Ne olacak ki? Değil mi? Peki ben size bir soru sorsam. Şöyle bir konuşmaya maruz kalmak ister miydiniz?

“Evladım fotoğraf koydum niye beğeni yapmadın?(Beğeni yapmak ne yahu? Beğeni yapmak ne?) Fotoğrafımı beğenmişsin, niye yorum yapmadın?(zorunda mıyım?)Yorum yazmışsın ama çok kısa olmuş, niye daha uzun yazmadın?(Hey Allah’ım sabır!)”

Kendileri her şeyin fazla önemsendiği bir yapıda büyüdükleri için her koydukları fotoğrafa yorum bekleyen, paylaştığı fotoğrafı kaç kişinin beğendiğini tek tek kontrol eden, yaptıkları yorumlara cevap talep eden bir nesil sardı etrafı. Nasıl dursun bu kızcağız olmadan çevrimdışı?

Ben de durum güncelleme kısmına huni emojisi koymadan terk ettim mekanı. Peki, memnun muyum kararımdan? Tabi ki evet. Kendimi bu stresten uzaklaştırmak fazlasıyla iyi oldu. “Sanal” sevdasına tutulmadan bırakmak yaptığım en akıllıca şeylerden biri oldu. Ne diyeyim? Artık darısı beni sosyal medyadan soğutan pek değerli büyüklerimin başına.

Yorum Bırak
Araç çubuğuna atla